Gazetecilik
+65’in Pandemi Günlüğü
Yazar: Esra Açıkgöz
“Virüs değil de, hayatımızın birtakım adamların eline düştüğü düşüncesi ürkütücüydü”, “Yaşlılık yüzünden ayrımcılığa uğramak büyük haksızlık”, “Pandeminin izolasyonu, cezaevindekinden daha ağırdı. Çünkü hayatımıza, görünmez duvarlar koydu”, “Nefret söylemlerine rağmen en azından konuşulur olduk”… Bunlar, 65 yaş üstünün pandemide yaşadıklarını gösteren sadece birkaç cümle.
7 milyon 953 bin 555 insanın, farklı derecedeki kısıtlamalarla 16 ay boyunca sokağa çıkması yasaklandı. Tehlikeliydi onlar, çok tehlikeli! O yüzden polisi arayıp ihbar edenler oldu. Peşlerinden “Evinize girin” diye bağıranlar da, başlarına kolonya dökenler de. Sekiz günlük bu yazı dizisinde, Covid-19 ve yasakların bıraktığı fiziksel ve zihinsel izleri, pandemiyle artan yaş ayrımcılığının hissettirdiklerini, “günah keçisi” yapılmalarının yarattığı tehlikeyi, teknolojiyle sınavlarını onlardan dinledik. Toplumdaki ageismin dayandığı tabanı, neden yaygınlaştığını, pandeminin +65 üzerindeki psikolojik etkilerini ise, uzmanları yorumladı.
+65’in Pandemi Günlüğü #1: Hem pandemi hem yoksullukla baş etmek zor
Pandemiden en çok etkilenen kesimlerin başında +65 geliyor. Yasaklar ve yetkililerin açıklamaları nedeniyle, sadece virüsle değil, yalnızlık ve nefretle de mücadele etmek zorunda kaldılar. Mahinur Şahbaz da bu kişilerden biri. 68 yaşında bir emekli. Doktor randevusu olduğu halde sanki bir suçlu gibi otobüsten indirildiği günü unutamıyor. Geçinemediği için kredi çekmek zorunda kalmasını da…
“Antika arabaları nasıl garaja çekiyorsak, yaşlılarımızı da evlerinde tutuyoruz.” Böyle diyordu Bilim Kurulu Üyesi Ateş Kara çıktığı bir televizyon programında. Aslında bu cümle bile tek başına, 65 yaş üstü insanlara yönelik algıyı anlatmaya yetiyor. Pandeminin, nasıl da yaşlıları “ortadan kaldırmak” için bir bahane olarak kullanıldığını göstermeye de.
21 Mart 2020’de 7 milyon 953 bin 555 insan, sadece 65 yaş ve üstünde oldukları için, birkaç saatlik izinler dışında, 16 ay boyunca evlerine hapsedildi. Ne gıdaya erişimleri düşünüldü, ne sağlık sorunları. Üstelik geçinebilmek için çalışmak zorunda olanlar da vardı. Otobüsten indirilmeye çalışılırken, “Üç merdiven sildim ben. Çalışmazsam açım” diyen kadının feryadı işte bu yüzden kazındı kulaklara… Kimi zaman 11.00-15.00 arası dışarı çıkmaları “sağlıklı” bulundu, kimi zaman 10.00-13.00 arası. 13.01’den sonra neden tehlikede olacaklarını ise, sağlıkçılar dahil kimse anlayamadı.
Gidenlere veda edebilmenin kıymeti
İşin aslı pek fazla insanın da umurunda değildi yanıt, çünkü yasaklar ve yetkililerin açıklamaları, medyanın ayrımcı diliyle birleşip “tehlike altındaki” yaşlıları, birden “tehlikeye” dönüştürüverdi. Böylece hemen herkesin mutabık olduğu, hak edilmiş bir cezaya dönüştü yasaklar. Tehlikeliydi onlar, çok tehlikeli! O yüzden polisi arayıp ihbar edenler oldu. Peşlerinden “Evinize girin” diye bağıranlar da, başlarına kolonya dökenler de… İzinli oldukları saatlerde bile insanların suçlayıcı bakışlarından kurtulamadılar.
“Yaşlı avı”, ancak 16 ay sonra, sınırsız sokağa çıkabilme özgürlüklerini geri kazandıkları 1 Haziran 2021’de bitti. Oysa yaşları itibariyle harekete en çok ihtiyaç duyan grup onlardı. Sevdikleriyle daha çok vakit geçirme özlemi çeken de. Onlar için “geride kalan” dostların da, yaşanacak günlerin de, “gidenlere” veda edebilmenin de kıymeti bir başkaydı. Hepsi ellerinden alındı. Pandemi ve yasaklar yüzünden sevdiklerini kaybedenlerin cenazedeki yalnızlığı, vedaya gidemeyenlerin çaresizliğine bulanıp koca bir yara açtı yüreklerinde.
Birilerinin eline düşen hayatlar...
Bir yanda virüs, bir yanda yalnızlık, nefret derken bunlara bir de teknolojiyi öğrenme zorunluluğu eklendi. 50’sinden sonra bilgisayar ve internetle tanışabilmiş bir kuşaktan -o da tabii masabaşı iş yapan şanslı azınlıktansa-, internet üzerinden fatura ödemesi, maaşını yönetmesi, HES kodu alması, aşı randevusu oluşturması istendi. Oysa onlar, daha e-devlet şifresini nasıl alacaklarını çözmenin peşindeydi. Milyonlarca insanın yoksulluk sınırının altında yaşadığı bir ülkede, herkesin akıllı telefonu olduğunu varsaymanın absürtlüğü ise konuşulmadı bile.
Biz de sekiz günlük bu yazı dizisinde, korona ve yasakların bıraktığı fiziksel ve zihinsel izleri, pandemiyle artan yaş ayrımcılığının hissettirdiklerini, “günah keçisi” yapılmalarının yarattığı tehlikeyi, teknolojiyle sınavlarını +65’ten dinledik. “Virüs değil de, hayatımızın birtakım adamların eline düşmesi ürkütücüydü” diyen de oldu, “Biz daha ölmedik, varız” diye seslenen de… En can yakıcısı da, “Nefret söylemlerine, hakaretlere rağmen en azından görünür, konuşulur olduk” söylemleriydi. Şimdi gelin daha fazla uzatmadan sözü, ilk günün tanığı Mahinur Şahbaz’a, bırakalım…
Geçinemeyince kredi çektim
Mahinur Şahbaz, ömrünün üçte birini çalışarak geçirdi. Hayatı boyunca ödediği vergileri söylemiyor bile. Bunların sonunda eline geçen, yoksulluk sınırının altında bir emekli maaşı. O yüzden de pandemide hem virüs hem yoksulluk hem de yaşlılığın getirdiği sorunlarla baş etmekte zorlandığını anlatıyor. Emekliler Dayanışma Sendikası Başkanı olarak, zorlanan tek emeklinin kendisi olmadığını da biliyor.
Kira ödemediği ve yalnız yaşadığı halde, İstanbul’da neyin, nerede ucuz ve kaliteli olduğunu araştırıp alışverişini yapmasa ayın sonunu getirmesi zor. Ancak pandemi ve yasaklar bunu da elinden alıyor. “Pandemi beni en çok ekonomi ve sağlık açısından zorladı. Dışarı çıkamayınca internet üzerinden alışveriş yaptık ama hem kalitesizdi hem de çok pahalıya mal oldu. Üstelik her şey kontrolsüz, denetimsiz zamlandı. Sonunda Ziraat Bankası’ndan faizsiz 5 bin TL kredi çektim” diyor. Çareyi makarna yemekte, kendi ekmeğini yapmakta buluyor. Ancak bu da sağlık sorunlarını tetikliyor.
Doktora gidecektim, otobüse almadılar
Kronik hastalıkları var Şahbaz’ın; şeker, kolesterol, kalp… “Birdenbire hazırlık fırsatı bulamadan 51 gün aralıksız kapalı kalınca çok zorlandım” diyor o günlerin stresini yeniden hatırlarken, “Ne olduğu, nasıl bulaştığı da tam bilinmediğinden çok kaygılıydım. Kontrollerim için doktora gidemedim. Maddi imkânsızlıktan sağlıklı da beslenemedim. Bir de evde hapis kalınca altı kilo aldım.” Bu kilolar ona yeni sağlık sorunları olarak dönüyor.
Yasaklar sürerken kalp spazmı geçirince doktordan randevu alıyor. 68 yıllık hayatının en dışlayıcı anlarından birini de bu yüzden yaşıyor: Otobüse binmeye çalışıyor ancak şoför, bu “tehlikeli” yolcuyu almamakta kararlı. Randevuyu göstermesi de işe yaramıyor, ille de karakoldan kâğıt istiyor. Şahbaz, “Kendimi çok kötü hissettim” derken üzüntüsü sesinden okunuyor, “Ne işim var benim karakolda? Bu; devletin yaşlıları eve kapatmasının, salgının sorumlusu bizmişiz gibi göstermesinin sonucu. En kötüsü de otobüste kimsenin bana destek çıkmamasıydı. Gerçekten çok üzüldüm. Yaşlılık yüzünden ayrımcılığa uğramak büyük haksızlık.”
Arkadaşlarımızı öldüren yasaklardı
“Yıllardır ilkokulda küçükleri sevmeyi, büyükleri saymayı öğrettik ancak pandemiyle daha iyi gördük ki bu, yalan” derken haksızlığa isyan edercesine gürleşiyor sesi, “Marketinin camına ‘65 yaş üstü giremez!’ yazanlar bile oldu. Ömür boyu unutmayacağımız dışlanmışlık, unutulmuşluk, ötekileştirilme hissini yaşattılar. İktidar nerenizden yaralarsa, kimliğiniz o oluyor.” Şahbaz, pandemi ve yasakların, yaşlılar üzerinde bir şiddet, korku aracı olarak kullanıldığını düşünüyor. Ona göre, OHAL ve KHK’lar, çalışanlar üzerinde nasıl bir etki bıraktıysa pandemi yasakları da yaşlıları işte öyle etkiledi.
Çoğu yaşlı, geçinemediği için çocuklarıyla yaşarken, sokağa çıkma yasağının mantığını ise hiç algılayamıyor. Zira 65 üstü, işe gidip gelen o çocuklarla aynı sofraya oturuyor, aynı havayı soluyor. Hareketsizlik yüzünden karşı karşıya kaldıkları tehlike de cabası: “Yasak bittiğinde insanlar yürüyemiyordu. Kalp hastalıkları, kronik şeker, stresten hayatını kaybeden arkadaşlarımız, üyelerimiz oldu. Onları öldüren, bilim kurulu ve sağlık bakanlığı kararlarıdır.”
Vakaların, ölümlerin çoğaldığını gördükçe tekrar yasak olup olmayacağıyla ilgili endişeleri artıyor. “Pandemi bize sağlığın ticarileştirilmesinin sonuçlarını çok açık ve acı şekilde gösterdi. Bütün yük sağlık çalışanlarının üzerinde. Belli ki salgınlar bitmeyecek. O yüzden onları bertaraf edecek bir sistem geliştirilmesi şart” diyor.
Daha ölmedik, varız!
Dünyada pandeminin yaş değil, bağışıklık sistemi üzerinden tanımlandığını hatırlatırken, Türkiye’de durumun farklı olmasını; resmî ideolojinin yaşlılığı, hastalık olarak görmesine bağlıyor. “Her şeye büyüme ekonomisi üzerinden bakıldığından artık üretmeyenler işe yaramaz, yük gibi ifade ediliyor” diyor. Oysa Türkiye’deki 9 milyon 187 bin emeklinin çoğu açlık sınırının altında maaş alıyor. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün raporuna göre, Türkiye, Uganda’yı bile geride bırakarak, emeklilerin en fakir olduğu ülkeler arasına girdi.
Yaşlılarla ilgili sorunlar çok olsa da Şahbaz’a göre çözüm net: Zihniyeti değiştirmek. En başta da yaşlıların ekonomiye yük olarak görülmesinden vazgeçilmeli: “OECD ülkelerinde dolaylı vergilerin oranı yüzde 35, Türkiye’de ise yüzde 65. En basitinden bunun karşılığını vermek zorundasınız. Devletin yapması gereken işleri yaşlılar yapıyor. Çocuk bakımı da hasta bakımı da yaşlıların üzerinde. Yüzde 90’ımız aylıklarımızı işsiz torunumuzla, çocuğumuzla paylaşıyoruz. Çalışırken bir akit imzaladık, ekonomik güvence ve sağlık hizmeti vereceğiz dendi. Karşılığını istiyoruz. Kimse unutmasın; Biz, daha ölmedik, varız!”
+65’in Pandemi Günlüğü #2: Yeni dünyanın vedalarında başrol yalnızlığın
72 yaşındaki Tülin Dizdaroğlu’nu, pandemi döneminde ne yasaklar ne de yalnızlık; annesinin sevdiklerini göremeden hayata veda etmesi kadar etkiledi. Üç kişiyle dua etmek, az kişiyle cenaze töreni yapmak zorunda kalmak içinde derin bir yara...
“Pandemi olmasa ben onu ilk günlerde hastaneye götürürdüm, erkenden müdahale edilirdi. Biraz daha yaşardı...” 72 yaşındaki Tülin Dizdaroğlu için pandemide yaşadıklarının özeti, kafasında dönüp duran bu cümle. Kaybettiği annesinin yasını, pandemi yüzünden sadece üç kişiyle tutabilmek canını acıtıyor. Bir de ölmeden önce annesinin sevdiklerini görememesi...
Türkiye’nin en yaşlı şehri Sinop’ta buluşuyoruz Dizdaroğlu’yla. Pandeminin, yatalak olan annesiyle hayatlarını nasıl değiştirdiğini anlatırken hüznü gözlerinden okunuyor. Her bayram dolup taşan evleri geliyor önce aklına, sonra da pandemideki yalnızlık. Ara sıra salgını unutan annesinin, “Niye kimse gelmiyor artık?” sorusunu hep sabırla yanıtlıyor. Pandemi yüzünden “uzak” kalmak gerektiğini biliyor ya, yine de annesinin sevdiklerini, akrabalarını göremeden vefat etmesi yüreğini dağlıyor.
“Pandeminin bende yarattığı en büyük üzüntü budur” diyor derin bir soluk alarak, “Eylül 2020’de kaybettik annemi. Hastalandı, ancak hastaneye götüremedim. Herkes, ‘Virüs kapar, sakın götürme’ dedi. O dönem hastaneler pandemiden dolayı çok yoğundu. Aile hekimi geldi, baktı. 5-6 güne iyice kötüledi. Bir gece dili dolanmaya başladı. ‘Kızım ben öleceğim, sakın korkma’ dedi bana…” Sonrası aranan 112, pandemi muamelesi, testler, yoğun bakım… Bu son konuşmaları oluyor ama o günleri kafasında hep evirip çeviriyor Dizdaroğlu, “Pandemi olmasa ben onu ilk günlerde hastaneye götürürdüm, erkenden müdahale edilirdi. Biraz daha yaşardı…” demesi bundan.
Üç kişilik dua
“Teyzem, ben ve dayımın kızı…” diye başladığı cümleye bir sessizlik düşüyor önce, sonra bir yutkunma sesi, “Sadece üç kişi akşam duasını yaptık. Cenazesini de 15 kişi kıldık… İnsan kalabalık görmek istiyor bu anlarda. Facebook’tan, telefonla baş sağlığı diledi insanlar ancak kalabalık olmanın yas sürecine de etkisi var. Herkesle konuşunca derdini unutuyorsun, sevenleri olduğunu görmüş oluyorsun”…
Kalabalık bir uğurlamanın tesellisine kavuşamasa da, “daha kötüsünü yaşayanlar” olduğunu görmenin acısı, ona kendi derdini az da olsa unutturuyor: “Kaç doktoru, hemşireyi kaybettik? Kaç çocuk, anne-babasız kaldı? Pandemiyi meslek hastalığı bile saymadılar. Küçücük çocuklar yetim kaldı… Çok insanın canı yandı, çok…”
Yaşlılardan kurtulma yolu oldu
Pandemiyi Sinop’ta yaşadığı için kendini şanslı görüyor Dizdaroğlu. Akrabalarına, tanıdık yaşlılara kapıdan, balkondan nasılsın deyip dokunamadığı için üzülse de, en azından kedileri besleme bahanesiyle yürüyüşler yapabiliyor. 45 yıl yaşadığı İstanbul’la da bağı kesilmediğinden oradaki hayatın sıkışmışlığını biliyor: “Geldiğimde gördüm ki, İstanbul’da insanlar birbirinden çok korkuyor. Hiç evden çıkmayan, markete bile gitmeyen arkadaşlarım vardı. Hapis hayatı yaşadılar. Bu, sağlıklarına da zarar verdi. Teyzem iki yıldır evden çıkmadı. Yalnız dura dura şimdi kafası bulandı. Pandemi, yaşlılardan kurtulma yolu oldu. Oysa bu bir hastalık ve gençler de ölüyor. Bize koyulan yasaklar gereksizdi.”
Kalanı iyi yaşamaya çalışıyorum
Dizdaroğlu, Covid-19 pandemisi sona erse de başka virüslerin çıkacağına inananlardan. Çünkü “Artık dünya, eski dünya değil.” Pencerelerin açılamayacağı dönemler bile yaşanabileceğini düşünüyor. O yüzden gençler için kaygılı. Ama sakın kendini “yaşlı” görüyor da sanmayın. Zaten “alışılageldik” yaşlı tanımına da pek uymuyor. Örneğin, yalnızlık korkusu ya da toplum baskısı yüzünden evlenip çoluk çocuğa karışmıyor. Emekli olunca elini eteğini hayattan da çekmiyor. Aksine 58 yaşında tutkusunun peşine düşüp üniversitede fotoğrafçılık üzerine yüksek lisans yapıyor. Tek başına Türkiye’yi şehir şehir, köy köy gezip fotoğraflar çekiyor. Ödüller kazanıyor. Sergiler açıyor. Kitaplar çıkarıyor.
Yaşam aşkı da, fotoğraf tutkusu da içindeki “gençliğin” göstergesi: “İnsan hissettiği yaştadır, lafı çok doğru. Kendimi şimdilik yaşlı hissetmiyorum. İleride belki hissederim. İnsan umut ettiği, hayal kurduğu müddetçe yaşar. Yoksa yaşayan ölü olursun. 40 yaşında gençler görüyorum, ruhları çökmüş, hayattan beklentileri yok. Ben elimde kalanı en iyi şekilde yaşamaya çalışıyorum.”
“Elinde kalanla yaptıklarını” anlatırken gözleri ışıl ışıl parlıyor. En çok da, bu konuda sayılı kaynaklardan biri olan Alternatif Fotoğraf kitabı ve onunla ilgili açacağı sergi için heyecanlı. Ayrıca Siyah-beyaz bir Anadolu Kadını albümü hazırlıyor. “20 yıldır kağnıları çekiyorum, Son Kağnılar adlı bir kitap çıkaracağım. Daha yapmak istediğim çok şey var, tutkum ve gücüm de… Tabii pandemi neye, ne kadar izin verecek, onu bilmiyorum” diyor.
+65’in Pandemi Günlüğü #3: Dijital göçmeniz diye alay konusu olduk
İnternetten banka işlerini yapmak, HES kodu ve aşı randevusu almak… Her biri +65 için büyük efor gerektiren teknolojik işler. Yaşar Gökoğlu’nu da, pandemide eve hapsolmak bir yana en çok bunlar zorladı.
“Ben, bir sosyal güvenlik numarası, ekrandaki bir görüntü değilim… Sizden hakkım olanı istiyorum. Ben, Daniel Blake, bir yurttaşım. Ne daha az, ne daha fazla.” Böyle sesleniyordu ünlü yönetmen Ken Loach’ın 2016 Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye ödülünü alan “Ben, Daniel Blake” filminin kahramanı. Onu böyle çileden çıkaransa, iki ay çalışamaz raporu verildiği için sosyal yardım kuruluşlarına başvurmak zorunda kalması oluyor. Kurşun kalemden vazgeçmeyen marangoz ustası, 59 yaşındaki Daniel’in teknoloji ve bürokrasiyle imtihanı işte böyle başlıyor… Film, teknolojiyle 50’lerinde tanışan milyonlarca yaşlının bilgisayar ve interneti öğrenemezse, devlet tarafından nasıl da bir tuşa basar gibi “silinebileceğinin” en güzel anlatısı.
72 yaşındaki Yaşar Gökoğlu’nun yaşadıkları da bunu doğruluyor. Adana’da yaşayan Gökoğlu için pandemi, yalnızlığın sokağa taşındığı bir dönemin başlangıcı oluyor. Öncesinde evde “seçilmiş” yalnızlığını yaşasa da her gün dışarı çıkıp aktivitelere katılıyor, arkadaşlarıyla görüşüyor. Yasaklar gelince “yalnızlık sokağa iniyor, toplumsallaşıyor.” En çok da “yalnızlığını bastıracak teknolojik bilgisi olmamasına” dertleniyor. Bir dijital göçmen o. Bu yüzden, ev duvarlarını sanal dünya sayesinde aşma şansını da kaçırıyor. “1949 doğumluyum. Teknolojinin 90’larda geldiğini düşünürsek, bilgisayarla tanıştığımda 50 yaşın üzerindeydim” diyerek anlatıyor bunun nedenini, “Pandemi sürecinde HES kodu, doktor randevusu almak gibi işlerde çok zorlandım.” Sırf teknolojiyle geç tanıştığı için yaşadığı dışlanmışlığa akıl erdiremiyor: “Mesela, bir gün trene binmek için HES kodu gerekince, istasyon çalışanlarının yardımıyla aldım. Çalışanların sanki büyük bir kabahat işlemişim gibi, alaycı bakışları hâlâ aklımda.”
Gökoğlu’nun teknoloji yüzünden yaşadığı zorluklar bu kadar da değil, başına ezberlemesi gereken birçok şifre çıkıyor; e-devlet, HES kodu, banka hesap şifresi… E-devlet şifresini unutunca tekrar tekrar para verip yeniletmek zorunda kalıyor. Aşı randevularını internetten yapamadığından, hep 182’yi kullanıyor ancak ona da 20 defa arayıp dakikalarca bekledikten sonra ulaşabiliyor. “Bu işleri yapacak bilgiyi edinmemizi sağlayacak bir birim kurulmadı. Üstelik teknolojiyle aram, iş zamanındaki bilgisayar bilgim dolayısıyla ortalama bir yaşlıdan daha iyiydi. Ben böyle zorlandıysam, diğerleri neler yaşadı, tahmin edemiyorum” diyor. TÜİK’in verileri de +65’in bu dönemde ne kadar çabaladığını gösteriyor. İnternet kullanan 65-74 yaştakilerin oranı 2015’te 5,6 iken 2020’de 27,1’e yükseliyor.
Densizin biri bir şey söyler…
Gökoğlu, 12 Mart döneminde cezaevinde yatmış biri olarak “tecrit” deneyimine sahip. Ancak pandeminin izolasyonu çok daha ağır geliyor. “Çünkü” diyor, “Pandemi duvarların ötesinde görünmez duvarlar koydu hayatımıza. Yaş ayrımcılığı yapmasalardı, yaşlılar olarak bu kadar kıstırılmış, hayatımız yasaklanmış duygusuyla yaşamazdık…”
Bu süreçte kendini mümkün olduğunca hareketsizlikten korumaya çalışıyor. Volta alışkanlığının da yardımıyla günde birkaç saatini, 65 metrekare evin içinde tur atmaya ayırıyor. Birçok arkadaşı, “Çık, mahallende dolaş” dese de, “Densizin biri, bir şey söyler, altta kalmayınca iş büyür” diye yapmıyor. İzinli saatlerde bile “Sokakta ne işin var?” bakışlarından kaçamıyor. Otobüs yasakları, Gökoğlu’nu Adana sıcağında 8-10 kilometrelik çileli yürüyüşlere başlatıyor. “En azından sağlam bir yürüyüş alışkanlığı kazandım” derken hayata gülmeyi beceren insanlara özgü bir mutluluk düşüyor sesine.
Zaten “makbul” karşılanmıyorduk
Gökoğlu’na göre, yaşlıların “makbul” sayılması salgından çok daha önce bitti. Özellikle de aileyle paylaşacağı bir emekli maaşı olmayanlar için. Pandemi sadece şunun net görülmesini sağlıyor: “Yaşlının el üstünde tutulduğu haller; üzerine roman yazma, istatistik tutma imkânı bile olmadan bitmiş!” Geriye kalansa, muhafazakarın da solcunun da birleştiği bir nefret. Mesela, genç ve solcu bir arkadaşı, niye yapıldığı üzerine kafa yormadan, “Bu yaşlılar yok mu? Otobüse binip serbest kartla son durağa gidip dönüyor, boşuna yer işgal ediyorlar” diyebiliyor. Oysa Gökoğlu nedenini biliyor: “Yaşlının toplumda bir yeri, horlanmadan gidebileceği mekân yok ki… Sosyalleşmeyi otobüse binmekte buluyor.”
Yaşlılar “günah keçisi” ilan ediledursun; ölümlerin 300’e yaklaştığı şu günlerde, ölenlerin çoğu aşıyı reddedenler olduğu halde bir şey yapılmamasını anlamıyor. “Biz yaşlıları bir yıl boyunca hastalığın suçlusu gibi gösterdiler. Toplumda şu algı oluştu: ‘Bize bir şey olmaz, bu yaşlı hastalığı.’ 20 milyon insanın aşı olmamasında bu algı da etkili. Yani gençlerin ölmelerinin nedeni hükümetin bize uyguladığı ayrımcı politikalar” derken şaşkınlığına bir de kızgınlık ekleniyor.
Huzurevi için sekiz yıl bekleme sırası
Gökoğlu, iki sene önce Adana’da Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı huzurevinde kalma imkânını sorduğunda, “Sekiz yıla kadar dolu. Ama Gümüşhane’de, Niğde’de boş yer var” yanıtını alıyor. Yaşlısına, memleketinde “huzur içinde” yaşamak için sekiz yıl hayatta kalma zorunluluğu getiren sisteme gülsün mü, kızsın mı bilemiyor. Ancak bildiği bir şey var: Yaşlılık, çekilmiyor.
“Neden biliyor musun?” diye sorup kendi yanıtlıyor: “Beden yaşlanıyor ama akıl ve ruh yaşlanmıyor ki… Keşke ruh da yaşlansa… Gençken hayallerin oluyor, uzak da olsa dert etmiyorsun. Önümde uzun bir hayat var, mücadele edersem, çözerim diyorsun. Yaşlanınca şevkin azalıyor. En kötüsü de ne kadar vaktin olduğunu bilmiyorsun… Hâlâ yapmak istediğin, ukde kalmış şeyler var ancak fiziki sınırlara çarpıyorsun.”
O sınırları giderecek merkezi, yerel yönetim bulunsa, yaşlılığın daha çekilir olacağını biliyor. O yüzden yaşlıları umursamadıklarını görmek çok öfkelendiriyor. “En kötüsü de şu” diyor, “İnsanlara, ‘Gel hakkımızı arayalım’ dediğinizde, ‘Amannn’ diyor. Sendikaya girerken, toplu sözleşmeyle daha çok para alacağız, dediğin için ikna oluyor. Ancak yaşlılıkla ilgili mücadeleyle alışılmamış bir şeyi istiyorsunuz, belki de sonunu sizin göremeyeceğiniz bir şeyi…”
Param kalmadı, mecbur çıktım
+65’in Pandemi Günlüğü #4: Dışarıda ve içeride pandemiyle yaşamak
Selma, Sevinç ve Bahadır Altan kardeşler, pandemi sürecine ayrı şehirlerde, farklı duvarların ardında yakalanıyor. Ancak üçü de ortak duyguyu paylaşıyor: Endişe, öfke ve isyan. Onların hikâyesi pandeminin “cezaevinde” ve “dışarıda” nasıl yaşandığını da gösteriyor.
Bu sefer size, bir kişinin değil bir ailenin hikâyesini anlatacağım. Her biri kendi yolunu çizmiş ama birbirinin yanında olmayı hiç bırakmamış bir ailenin hikâyesini... Selma, Sevinç ve Bahadır Altan kardeşler, pandemi sürecine farklı dönemeçlerden geçerken yakalanıyor. Selma Altan, pandemi başladığında cezaevinde mesela. Yani Altan, sadece pandeminin +65 üzerindeki etkisini anlatmakla kalmıyor, yaşlılara ne kadar sert davranılabildiğini de gösteriyor bize. Tutuksuz yargılanma imkânı varken, 71 yaşındaki bir kadını cezaevine atan bir anlayış sözünü ettiği… Durun en iyisi başa sarıp, sizi onlarla tanıştırayım:
Pandemi bahanesiyle tam tecrit
Selma Altan, emekli bir hak savunucusu, Ege Tutuklu ve Hükümlü Aileleriyle Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nin (Ege TUHAYDER) yöneticilerinden biri. Kardeşi Sevinç Altan, birçok şehirde sergiler açmış, çeşitli yayınevleri için 600’den fazla kapak illüstrasyonu yapmış bir ressam. Bahadır Altan ise, Pegasus’un 6 Şubat 2020’deki uçak kazasıyla ilgili açıklamalar yaptığı için işinden kovulan bir emekli pilot. Pandeminin herkeste olduğu gibi Altan kardeşlerde de yarattığı en büyük huzursuzluk, sevdikleri için duydukları kaygı oluyor. “İki arkadaşımı kaybettim. Dokunamamak, sevdiklerime sarılamamak çok zorladı” diyor Sevinç Altan, “Üstelik ablam hapishanedeydi ve sağlık sorunları vardı, onunla ilgili endişelerim arttı. Hapishanelerde pandemi bahane edilerek, insanlık suçu olduğu halde tam tecrite geçildi. Görüşe gidememek ağır geldi.” Öyle bir tecrit ki bu, uzun süre ne onlar ablalarından ne de ablaları onlardan haber alabiliyor.
Ablasının 71 yaşında cezaevine girmesinin nedeni mi? Selma Altan, bunu şöyle yanıtlıyor: “11 Kasım 2019’da dizlerime protez takılması için İstanbul’a gittiğim gece gözaltına alındım. İzmir terörle mücadele takibe almış; devletin onayladığı STK’yı ‘sözde dernek’ olarak niteliyorlar. Şakran Cezaevi’ne gönderildim. Zor yürüyordum, içerideki arkadaşların yardımıyla günlerimi geçirdim. 7,5 ay sonra bırakıldım, tutuksuz yargılanıyorum. Pandemi başladığında cezaevleri de devlet gibi şaşkındı. Hâlâ da düzgün politika yürütülmüyor. Pandemiyi bahane edip tecridi çok ileri götürdüler. Kapalı görüşler bile kısıtlandı. Dışarıda her şey açıldı, herkes AVM’lerde ancak cezaevlerinde açık görüş hâlâ yok.”
Mesafe, cezaevinde sıkışlığa dönüştü
Peki, cezaevinde pandemi için nasıl önlemler alınıyor? “Hijyen önemli deniliyor ancak 19 kadın bir koğuşta kalıyorduk. Yeterli deterjan bile vermediler. Paramızla aldık. Hijyen malzemelerinin fiyatları korkunç arttı. Üstelik cezaevi kantinleri dışarının iki katıdır! En çok sıkıntıyı hasta tutsaklar çekti. Hastaneye gönderilmediler. Bel ameliyatı olması gerekenler, bir senedir yürüyemeyenler bile bekletildi. Kanser tedavisi görenleri, kronik rahatsızlığı olanları hastaneye götürünce karantina odasına alıyorlar ama yeni biri hastaneden gelince aynı odaya koyuyorlar. Yani karantina sürekli uzuyor, 14+14+14 gün kalanlar var. Pis ve kötü bir oda. Orayı yapmak için koğuşları kalabalıklaştırdılar. Dışarıdaki mesafe kavramı, cezaevlerinde sıkışıklığa dönüştü. Menemen, Şakran ve Ödemiş cezaevlerinde çok kişi Covid-19 oldu.”
Yeni dünya: açık cezaevi
Selma Altan, 2020 Haziran’ında çıkıyor. İçeride sadece 7,5 ay kalsa da insanlığın başına yüz yılda bir gelen pandemi, dışarıyı çok değiştiriyor; maskeli insanlar, “güvenli adım” işaretleri, her an izimizin sürülebildiği HES kodlarının isyan değil korunuyoruz duygusu yaşatması, cep telefonu ekranına sığdırılan sosyalleşmeler… Bunların arasında sağlık sorunlarıyla uğraşmak zorunda kalıyor: “Kalp damar, tansiyon hastasıyım. Çıktıktan 14 gün sonra diz ameliyatı oldum. İki ay yattım, kızım ve kardeşim baktı. Tam ayağa kalktım, iki haftalık kapatma geldi. Açık cezaevi gibiydi. Kimse gelemiyor, ben çıkamıyorum. İçeride hiç olmazsa 19 kişiyle berabersin. Dışarıda daha izolesin. Üç arkadaşımı kalp krizinden kaybettim. Yasakların getirdiği hareketsizlikten oldu.”
Gölgesi satılmayan yaşlı…
Bahadır Altan, yasaklardan bir yılla “yırtsa” da kardeşleri ve çevresi nedeniyle bütün hak ihlallerinin yakın şahidi. Ona göre, kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı kestiği gibi, emeklinin ölmesini de kayıp olarak görmüyor: “İleride, ‘85’ine geldin, daha fazla sağlık hizmeti vermiyor, emekli maaşı ödemiyorum’ diyecekleri bir sınır bile getirebilirler. Bu anlayışın ömrü yeterse, bizim ömrümüzü sınırlayacağından korkarım.”
Şimdilik ömürlerini olmasa da özgürlüklerini sorgusuz sualsiz kısıtlayabiliyor. Sevinç Altan’ı da en çok rahatsız eden bu. “Virüs değil de, hayatımızın birtakım adamların eline düştüğü düşüncesi ürkütücüydü” diyor, “Mesela, 20.01-09.59 arasında çıkmamızın hem kendimiz hem toplum için nasıl bir olumsuzluk yaratabileceğinin izahı yapılamadı. Parkları kapatıp fabrikaları açık tuttular yahu! Yaşlı olmanın polis takibine maruz kalacak kadar suç haline getirilmesi akıl alır gibi değildi. ‘Huzur evleri’ bir yara olarak duruyordu, dönüp bakmadılar bile.”
Yönetemediğinden değil, böyle istediğinden
Bu dönemde “evde kal”abilen şanslı azınlıktan olduğunun farkında Sevinç Altan. “Oysa boğaz manzaralı ‘Evde kal’, ‘Hayat eve sığar’ çağrıları yapılırken işe gitmeye mecbur bırakılanlar, yaşlı bile olsalar ‘evde kalamayanlar’ vardı” diyor, “Hastalanmalarında, ölmelerinde beis görülmeyenler... Daha çok kadın ve çocuk evde şiddetle baş başa kaldı. Her ne pahasına olursa olsun büyümeye dayalı sistem durmadı, diğer felaketler karşısında yaptığı gibi pandemi için de ‘Ekonomik değeri ne?’ diye düşündü. O yüzden ‘İyi yönetemiyorlar’ cümlesi benim için bir şey ifade etmez. O istediği gibi, istediği biçimde yönetir.”
Düzenli geliri olmayanlara yeterli destek sağlanmaması da devletin vatandaşını değil, çarkların dönüşünü umursadığının kanıtı. Altan da düzenli geliri olmayan milyonlarca insandan biri: “Birikimlerimle hayatımı idame ettirdiğimden başlarda sorun yaşamadım. Ama hazırladığım iki sergim de pandemiye toslayınca falan... sıkıntılarım oldu tabii. Yine de çocuklu ev geçindiren, işini kaybeden, intihar eden insanları düşününce manasız şeyler.”
Felaketlerden beslenen iktidarlar…
Bahadır Altan, yasakların 68 ya da 78 kuşağından olan 65 yaş üzerindekilerle Z Kuşağı arasındaki bağı kopardığını, böylece toplumun hafızasının silinmeye çalışıldığını düşünüyor. Yine de bu süreçte iyi şeyler de olmuyor değil. Altan’a göre, bunların en önemlisi mahallelerde kurulan dayanışma ağları. “Devletin sağladığından çok daha etkili bir yaşam arzusu sundular” diyor.
Sevinç Altan da iktidardan, devletten bir şey ummayı çoktan bırakmış. Onun önerisi; iktidarın krizlerden, “felaketler”den beslenme haline karşı virüsten öğrenmemizi söyleyen Paul B. Preciado’ya kulak vermemiz: “Boyun eğmeye direnmek istiyorsak, bizim de virüs gibi mutasyon geçirmemiz gerekiyor”, “Sınır veya tecrit dayatmasıyla değil, yaşayan tüm canlılarla beraber kurulacak yeni bir topluluk ve denge anlayışıyla sağlığımıza kavuşacağız”…
Biz değil devlet yaşlı
Koronavirüsle ilgili haberlerin ve yetkililerin açıklamalarının toplumda zaten var olan ırkçılığı, yaş ayrımcılığını adeta hükümet eliyle köpürttüğünü düşünüyor Sevinç Altan. “Ayrımcılık, mutasyon geçiren bir virüs gibi ve bu açıdan çok verimli bir coğrafyadayız ne yazık ki!” demesi bundan. Ona göre, atlanan bir nokta da yaşlıların homojen bir grup olmadığı! “65 yaş üstü her yetişkinin kronik hastalığı yok, her biri bağımlı değil. Toplumsal yaşamın içinde aktif yaşlılar olduğu gibi çalışmak zorunda olanların sayısı da az değil. Mesala, ben” diyor.
Sevinç Altan için yaşlılık biraz yavaşlık demek ama olumsuz anlamda değil. Hatta sağlık sorunların yoksa rahatlık bile sağlıyor: “Boka püsüre aldırışsızlık ya da daha rahat bulaşma hali. Daha rahat küfredebiliyorum mesela.” Bahadır Altan için nüfus kağıdında yazan yıl bir şey ifade etmiyor. “Kimi 60’ında bir ihtiyar olabiliyor, kimi 80’inde bile okuyup üretiyor. Ancak pandemide alınan tedbirler, yaşlılığı bir düşkünlük, yardıma muhtaçlık şeklinde gösterdi” diyor, “Oysa Nazım Hikmet şiirinde diyor ya; ‘…etin gevşemesine başka bir tabir gerek, zira ki ihtiyarlamak: kendinden başka kimseyi sevmemek demek’. Birini, bir şeyleri sevebiliyorsanız, direneceğiniz bir idealiniz, istekleriniz varsa ihtiyarlamıyorsunuz. O yüzden bize kendimizi yaşlı hissettirmeye çalışan devlete, ‘Sen yaşlısın’ demeliyiz. Devlet çok yaşlı, saraylarıyla, yüksek yüksek makamlarıyla... Onu oralara hapsetmeliyiz. Sokaklarsa çocuğuyla, genciyle, kadınıyla, yaşlısıyla bize kalsın. Bence yeni kısıtlamalar gelirse, yaşlıların devlete, ‘Sensin yaşlı’ diyerek, sokakları terk etmemesinde fayda var.”
+65’in Pandemi Günlüğü #5: Sorunlarımızın çözümü yaşlı hukukundan geçiyor
Cafer Tufan Yazıcıoğlu, yaşlılık yüzünden ayrımcılığa uğramanın acısını da, geri kalan zamanın kıymetini de iyi biliyor. O yüzden yıllardır “yaşlılık hukuku” oluşturulması için çalışıyor. Onun, kendi haklarını koruduğunu düşünebilirsiniz, ama aslında geleceğin yaşlıları yani bizler için uğraşıyor…
70 yaşında bir hukukçu Cafer Tufan Yazıcıoğlu. Ankara’da eşiyle yaşıyor. Türkiye Emekliler Derneği’ne (TÜED) hukuk danışmanlığı yapıyor. İşe gidip geldiği, düzenli spor yaptığı, dostlarıyla buluştuğu, literatürdeki deyişle “aktif yaşlılık” yaşadığı bir hayatı bıçak gibi kesiyor pandemi. Evden çalıştığı için boşluğa düşmemeyi başarsa da sevdiklerinin, sokağın hasretini çekiyor. “Bir oğlum var, başka şehirde çalışıyor. Onlarla görüşemedik” diyerek anlatıyor o özlemi, “Kardeşimle, arkadaşlarla, akrabalarla buluşamamak, hasret çok zorladı bizi. Balkondan aşağıda gezenlere ya da yürüyüşte rastlanan bir-iki dosta merhaba diyebildik.”
“Kalan zaman” +65 için kıymetli. Çünkü saat artık geri işliyor. İşte pandemi onlardan bu zamanı çalıyor, sevenlerle geçirelecek günleri, ayları, yılları... Çocuklarla edilecek sohbetleri, torunlarla oynanacak oyunları, arkadaşlarla kurulacak sofraları… En kötüsü de, yaprak dökümü yaşaya yaşaya sayısı iyice azalan dostlara edilecek vedaları çalması: “Yakınlarımızın cenazesine gidememek, içimizde kanayan bir yara. Zaten çoğu göçüp gittiği için az arkadaşımız kalmıştı. O yüzden vedalar bizim için önemliydi, edemedik...” Bir sessizlik oluyor. Göçüp gidenler giriyor konuşmanın arasına. Soluklanıp devam ediyor: “Pandemide eve kapanma nedeniyle hem fiziksel hem psikolojik rahatsızlıklar arttı.”
Dolandırıcılıklar yüzünden sıkıntı çekildi
Yine de +65 yaşa yönelik sokağa çıkma yasaklarını, bir koruma yöntemi olarak görüyor Yazıcıoğlu. Ancak net bir yasal düzenleme olmamasının sıkıntılar yarattığını da eklemeyi ihmal etmiyor. “Mesela, otobüslere binmemiz yasaklanınca maaşımızı almaya gidemedik. Alternatif sunulmalıydı. Üyelerimiz çok sıkıntı çekti. Dolandırıcılıklar arttı” diyor.
Ona göre, bu tür felaketlerle çok karşılaşacağız. O yüzden de Meclis’in, bunlarla ilgili yeni ve bütünsel bir yasa yapması gerektiğini vurguluyor: “Geç bile kaldılar. TÜED’in de yer aldığı BM Yaşlı Hakları Komitesi’nde bu yıl pandemiyi çok tartıştık. Komitenin yakında yayınlayacağı yaşlı hakları maddeleri arasına pandemi ve salgınlarla ilgili yeni bir hak girecek görüşündeyim. İnsan hakları gibi yaşlılık hakları çıkacak.”
Nefret söylemleri arttı
Buna ne kadar çok gerek olduğunu, pandemiyle birlikte iyice artan yaşlılara yönelik nefret söylemleri de gösteriyor. TÜED üyeleri de bunlardan şikâyetçi. Sosyal medyada hakareti bırakın küfürlere varan söylemlerle karşılaşmak, sokakta “fazlalıklarmış gibi” bakışlarla muhatap olmak hatta kovalanmak… Yazıcıoğlu’na göre, bunun nedeni medya ve ilgililerin pandemi ve 65 yaşla alakalı açıklamaları bilimsel şekilde yapmamaları. “Nefret söylemleri, suçtur. Türk Ceza Kanunu’nda, Medeni Kanun’da yaşlıyı koruyan önemli maddeler var. Savcıların istese kullanabilecekleri çok madde bulunuyor” diyor ve ekliyor: “Dünyada ilk yaşlılık hukuku yayınını dernek olarak biz yaptık. Türkiye’de yaşlılarla ilgili hangi kanunda ne varsa toparladım, 2 bin sayfayı buldu ama hepsi dağınık olduğu için yaşlılık hukuku şart.”
En azından yaşlılar gündeme geldi
Yazıcıoğlu, pandemide mahalli idarelerin de sınıfta kaldığını düşünüyor. Çünkü hangi evde +65 yaşıyor bilip, sorun varsa çözecek ilk merci onlar. Yaşlılık, herkesin önünde sonunda varacağı bir evre. Herkes bunu biliyor. Ancak niyeyse üzerine pek de konuşulmuyor, çalışılmıyor. O yüzden Yazıcıoğlu’na göre, pandeminin, nefret söylemlerine rağmen iyi yanı da oldu: “En azından yaşlılar gündeme geldi!”
Çok iç acıtıcı bir cümle bu ama öyle sessizliğe boğulmuş bir konu ki yaşlılık; pandemi, hatta hakaretler nedeniyle konuşulur, görünür olması bile olumlu, umut verici karşılanıyor: “Pandemiden beri hükümetle, Türkiye’deki ve dünyadaki STK’larla, BM’dekilerle gerçekleştirdiğimiz kadar çok toplantıyı, bugüne kadar hiç yapmadık. İki senede 300’den fazla toplantıya katıldık. Bu, yaşlıların daha çok gündeme geldiğini gösteriyor. Evet, belki bir nefret söylemiyle karşılaştık ama bundan sonraki yaşlılar için iyi bir adım atıldığı kanısındayım.”
Mücadelemiz aslında gençler için
Bundan sonraki yaşlılar dediği; sizsiniz, biziz, orta yaşlılar, gençler… Sonunu göremeyecekleri bir mücadelenin içinde olduğunu biliyor bu konuda çalışan +65 yaş aktivistleri. Oysa yaşlılık da çocukluk, gençlik gibi hayatın bir çağı ve güzel geçirilmesinin sağlanması bir insanlık hakkı. Yazıcıoğlu, “Pandemi, yaş ayrımcılığının yaşlılar üzerindeki etkisini ortaya koydu” diyor, “Yaşam boyu eğitim, sağlık ve bakım hizmetlerine erişim, sosyal koruma, çalışma gibi hakların her yaşta eşit olarak garanti edilmesini hedefleyen Avrupa Birliği Yaş Eşitliği Stratejisi gibi bir uygulamanın Türkiye’de de olması şart. Şu an bunun için mücadele veriyoruz ama bize yetişeceğini sanmam. O yüzden gençlere hep diyorum ki, bunlara sahip çıkın, bunlar aslında sizin için, bizim için değil.”
Pandeminin sessiz mekânları: Huzurevleri
Türkiye’de 27 bin 454 kişi, 81 ildeki Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı'na bağlı 425 huzurevi ve yaşlı rehabilitasyon merkezinde kalıyor. Ancak huzurevlerinde kaç kişinin korona tedavisi gördüğünü, kaçının hayatını kaybettiğini bilmiyoruz. Türk Tabipler Birliği’nin şeffaflık çağrısına, bazı milletvekillerinin soru önergesine rağmen bakanlık sayı açıklamadı. Tek bildiğimiz basına yansıyan birkaç haber: Etiler'de özel huzurevinde 40’a yakın kişinin koronavirüs testi pozitif çıktı… Bayburt Memnune Evsen Huzurevi’nde 27 sakin ve sekiz kurum personeli Covid-19 oldu… Eskişehir Hacı Süleyman Çakır Huzurevi’nde korona nedeniyle ona yakın kişi öldü…
Biz de Bilgi Edinme Hakkı Yasası’ndan yararlanarak, CİMER üzerinden Sağlık ile Aile ve Sosyal Hizmetler bakanlıklarına üç başvuru yaptık. Yanıtlardan biri özetle şuydu: “Bilgiler Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığımız Engelli ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürlüğümüzün yetkisinde ancak Bilgi Edinme Kanunu kapsamında olmadığından cevap verilememiştir.”
Müdürlük bıkmış olacak ki, başka bir başvurumuza, sorularımızla alakasız olsa da “Covid-19 Kapsamında Yapılanlar” başlıklı üç sayfalık yanıt yolladı. Ancak tek veri yoktu! Bize de huzurevlerinde yaşananları anlamak için haberlere yansıyanlara bakmak kaldı. On kişinin koronadan öldüğü Hacı Süleyman Çakır Huzurevi’yle ilgili davanın avukatı Kemal Sayılır’la konuştuk.
Ölüm sayısı çok daha fazla
08.04.2020’de bir personelin Covid-19 olmasıyla başlıyor her şey. O hafta 47 yaşlı ile 28 personel koronaya yakalanıyor. Sayılır’a göre, bunun nedeni yeterli tedbir alınmaması: “O dönemde huzurevi kuruluş müdürü M.T. tecrübesiz bir vekil müdür. Adeta hiçbir kararı tek alamıyor, il müdürü ve yardımcılarının yönlendirmesiyle hareket ediyor. Yaşlıların odaları seyreltilmiyor. Hastaneye gidenlere izolasyon uygulanmıyor.”
Bunlar kimi haberlere göre 10, kimine göre 20 kişinin ölümüne yol açıyor. Sayılır’a göre doğru sayı 20, “Ancak yalnızca dokuz yaşlı ve müvekkilimin babası, kurum personeli Sadık Kaya olmak üzere, 10 kişinin ölüm gerekçesine Covid-19 yazılıyor. Maksat daha fazla dikkat çekmemek” diyor.
Kararnameye rağmen izin verilmiyor
57 yaşındaki Sadık Kaya obezite, kronik diyabet ve tansiyon hastası. Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinde “Kronik rahatsızlığı olan üst amire bildirdiği gibi idari izinli sayılacak” denmesine rağmen, izin alamıyor. Çünkü dönemin Eskişehir Aile Çalışma Sosyal Hizmetler İl Müdürü A.S., “Kronik rahatsızlığı olanlar hastanelerden 3'lü hekim raporu getirmeden idari izne çıkarılmayacak” şeklinde kurul kararı alıyor. Üstelik tüm idareciler de imzalıyor. Çalışırken Covid 19’a yakalanan Kaya, 10 Nisan’da kaldırıldığı hastanede 26 günlük yaşam mücadelesinden sonra vefat ediyor.
İnsanlar çekiniyor
İlk soruşturmada tüm sorumluluk, kurumun sağlık memuru A.M.Ç. ile hemşiresi N.E. üzerine bırakılıyor. Ancak avukat Sayılır’ın itirazı ve durumun basına da yansıması üzerine Eskişehir Valisi yeniden soruşturma başlatıyor. Avukat Kemal Sayılır, son durumu şöyle anlatıyor: “Adeta aklanmaya çalışılan üst idareciler il müdürü A.S. ile huzurevi müdürü M.T. hakkında adli soruşturma izni verildi. İtiraz etseler de Ankara Bölge İdare Mahkemesi adli soruşturma yapılmasına kesin karar verdi. Sorumlular hakkında ‘kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi’ ve ‘görevi kötüye kullanma’ maddelerinden şikâyetçi olduk. Henüz iddianame hazırlanmadı. Kovuşturma aşamasına geçilmediği için duruşma günü de belirlenmedi.”
Şimdilik huzurevindeki ölümlerle ilgili açılan tek dava Sadık Kaya’nınki. Ama Sayılır umutlu, “Ölen huzurevi sakinlerinin akrabaları çekiniyor ama bazı aileler, bizi destekleyeceklerini belirttikleri için ceza yargılaması derdest hale gelince müdahil olabileceklerini veya tanıklık yapabileceklerini düşünüyorum. Hatta birkaç mağdur yakını bu minvalde beyanda bulundu” diyor.
+65’in Pandemi Günlüğü #6: Depresyon arttı, demans hızlı ilerledi. Yaşlılar arasında intiharı düşünenler çoğaldı
Pandemi ve yasaklar nedeniyle yaşlı hastaları arasında intiharı düşünenlerin çoğaldığını belirten Doç. Dr. Özlem Erden Aki, demansta da çok hızlı ilerleme olduğunu vurguluyor.
Depresyon vakaları çoğaldı. Anksiyete bozuklukları daha çok görülmeye başlandı. Demans hastalarında 2-3 yılda gerçekleşen ilerleme 5-6 ayda yaşanır oldu… Yaşlılık psikiyatrisi üzerine çalışan Doç. Dr. Özlem Erden Aki, pandemi ve yasakların +65’te yarattığı psikolojik etkileri kısaca böyle sıralıyor ve ekliyor: “Yaşlı hastalarım arasında daha depresif hale gelenler oldu. İntiharı akıllarından geçirenler çoğaldı.” İşte Hacettepe Üniversitesi Psikiyatri Bölümü Öğretim Üyesi ve aynı zamanda Türkiye Psikiyatri Derneği Geriatrik Psikiyatri Çalışma Grubu Başkanı olan Doç. Dr. Erden Aki’nin anlattıkları…
Değersiz hissetiler
- Yaşlılar, pandemiden nasıl etkilendi?
Pandemide maalesef tüm dünyada yaşlılar gözden çıkarılabilir görüldü. İtalya’da yoğun bakımlara yatışlarda, yaş bir kriter olarak ele alındı. Avrupa’da huzurevlerinde ölüme terk edilenler oldu. Etik olarak çok sorunlu işler yapıldı… Kapitalist dünyada yaşlanmak çok büyük sorun olarak kabul ediliyor. Çünkü sistem, tüketim üzerine kurulu. Oysa yaşlılar, tüketmeyen bir grup. Tüketmeleri için çok uğraşılıyor; anti-aging, sağlık ürünleri ve hizmetleri gibi… Çalışma yaşamında da aktif olmadıkları için sistemin sürdürülmesinde elzem görünmüyorlar.
- Pandemi nedeniyle tüm dünyada yaşlılar daha fazla eve kapandı. Ancak Türkiye’de buna bir de devletin koyduğu yasaklar eklendi; sokağa çıkmalarına, toplu taşıma kullanmalarına izin verilmedi. Bu yasaklar, yaşlılara nasıl etki etti?
Bu süreçte pek çok yaşlı kendini değersiz hissetti, çocuk gibi davranıldılar. Aslında Türkiye’de yaşlılar, bir süredir sistem için değersiz olduklarını görüyorlardı, pandemi daha somut ortaya koydu. Literatürü gözden geçirdiğimde bizim dışımızda hiçbir ülkede 65 yaş üzeri için sokağa çıkma yasağı olmadığını gördüm. Avrupa ülkelerinden birinde, 65 yaş üzeri için şöyle bir düzenleme yapılmış: Haftanın 3 ya da 5 günü, 10.00-12.00 arasında bankalar, resmî kurumlar sadece +65’e hizmet ediyor. Hastalığı belirtisiz yayabilecek genç grupla karşılaşmasınlar, daha az kişiyle temas etsinler diye. Bizde de bunlar yapılabilirdi. Kısa süreli yasaklarda dahi, çok sayıda yaşlının beslenmeleri, yürüme ve hareket yetileri, akıl sağlıkları bozuldu.
- Özellikle ne gibi psikolojik sorunlar görülür oldu?
Kaygı ve depresyon çok arttı. Hastalık kaparım, yardım alamam, hastalanır yakınlarıma yük olurum... Bizim yaşlılarımız çok sağduyulu. En çok yük olma, çocuklarına hastalık bulaştırma korkusu yaşıyorlar… Yaşlı hastalarım arasında daha depresif hale gelenler var. Anksiyete bozukluğu geliştiren yeni hastalarım oldu. İntiharı akıllarından geçirenler çoğaldı.
Demans çok hızlı ilerledi
- Alzheimer, demans gibi hastalıkların da arttığı belirtiliyor…
En kötü etkilenen yaşlı grubu, demans hastaları oldu. Bir demans hastasının normalde 2-3 senede yaşayacağı ilerlemeyi, 5-6 ayda gösterenler oldu. Demans öncesi grupta olanlar da hızla demansa girdi; Bellekleri, zihinsel yetileri ve muhakeme becerileri geriledi.
- Bunda izolasyonun payı büyük sanırım.
İzolasyon, hareketsizlik, uyaransızlık... Eskiden yakınları, çocukları geliyordu. Bakıcıları parka çıkarıyordu. Kısa süreli dışarı çıkmak bile yaşlılar için çok kıymetlidir. Hem bilişsel olarak uyarır, hem gün ışığı alırlar, kas erimesini önler. Hepsi bitti. Uyaran müthiş azaldı.
Hâlâ evinden çıkamayan bir grup var
- Hasta yakınları da çok zorlanmıştır. Onlardan da destek için başvuran oldu mu?
Pek çok insan, yatılı olmayan bakıcılarını hastalık getirir endişesiyle işten çıkarınca bütün yük onlara kaldı. Kaygıları ve tükenmişlikleri çok arttı. Hastalar da evde tek kişiyle kalınca hırçınlaştı. Çünkü demans hastaları, “Pandemi var, çıkamıyoruz. Parayı ellememen, gelene yaklaşmaman lazım” cümlelerini anlamıyor ya da kısa sürede unutuyor. Ayrıca hep yaptığımız “3-4 gün dışarı çıkarın. Arkadaşını çağırın. Kurslara gitsin” gibi önerilerimizden vazgeçmek zorunda kaldık. İlaçlara çok fazla yüklendik, bu da kendi sorunlarını yarattı elbette… Yaşlılar dışında, ciddi akıl hastalığı olanlar da çok zorlandı. Şizofreni gibi psikotik bozuklukları bulunanlar doktorlarına, tedavilerine ulaşmakta zorlandı, hastalığı nüksedenler oldu.
- Yasaklar bitse de uyum sorunu yaşayan hastalarınız var mı?
Az da olsa hâlâ evinden çıkamayan bir grup var. Bakkala bile gitmiyorlar, korkuyorlar. Pandemi ilk başladığında iki ay sürecek, kaldığımız yerden devam edeceğiz sanıyorduk. 2021 sonuna yaklaşıyoruz ve hâlâ ne olacağı belli değil. Toplumun bu belirsizlikle yaşamayı öğrenmesi gerekiyor.
Bir gün ayrımcılık yaptığımız yaşlı grbuna dahil olacağız
- Yasaklar ve açıklamalar, “Yaşlılar tehlikede” yerine “Yaşlılar tehlikeli” gibi bir algı yarattı. Bunun yaşlılardaki karşılığı ne oldu?
Hacettepe Psikiyatri’de takipli olan 65 yaş üzeri hastalara, “Pandemiden önce algıladıkları ayrımcılık nasıldı, sonra nasıl?” diye sorduk. Pandemiden sonra ayrımcılığın katlanarak arttığı ortaya çıktı. Yaşlı avına çıkmak, maskesiz amcaları kovalamak… Geleneksel ülkeyiz, yaşlıları seviyoruz, deriz ancak öyle olmadığını acı şekilde gördük.
- Yaş ayrımcılığı pandemiye kadar çok konuştuğumuz, düşündüğümüz bir konu değildi…
Ayrımcılık denince cinsiyet, cinsel yönelim, ırk gibi konular akla gelir ve hep bir öteki olma hali vardır. Siz asla siyahi olmayacaksınız mesela. Oysa yaşlı ayrımcılığında şöyle bir durum var: Yeterince şanslıysak, o ayrımcılık yaptığımız gruba gireceğiz. O yüzden garip de bir ayrımcılık. O kadar yaygın ama o kadar görünmez ki… Pandemideki görünürlük; ayrımcılıkla yüzleşmek için iyi olabilir. Biz de yaşlı olacağız, sırf bunun için bile yaşlı haklarını savunmalıyız.
Yaşlılık felaketle adlandırılıyor
- Neden kaçınılmaz olan yaşlılığı yok saymaya çalışıyoruz?
Bu, yeni dünya düzeninin dayattığı bir şey. Sadece yaşlılıkla ilgili değil, yeterince hızlı olmadığını düşündüğümüz her şeye karşı olumsuz bir tutumumuz var. Son yıllarda, dünya nüfusunun hızla yaşlanmasını ifade eden popüler bir tanım var mesela: Gri Tsunami. Yaşlılık, bir felaketle, yıkımla özdeşleştiriliyor ve adlandırılıyor.
Kendine yeten, zihni sağlam, işlerini yapabilen sağlıklı bir yaşlı olabilmek önemli ancak bunun için gençliğinizden itibaren uygun koşullar gerekiyor. Ne kadar yoksulsanız, o kadar sağlıksız yaşlanırsınız. Kötü beslenip ağır işlerde çalışınca hem yoksulluğun getirdiği şekilde beliniz bükülüyor, hem de sadece gününüzü kurtarabildiğinizden yaşlılık için biriktirebileceğiniz paranız olmuyor. Kapitalizm, sağlıklı yaşlanmak elinizde diyor; Şunu sürün, bunu yiyin… Yaşlı ve hastaysanız, sizin suçunuz oluyor. Fatura hep yoksula çıkıyor. Oysa devlet, her yaşlıya, daha doğrusu vergi veren ve ihtiyacı olan herkese bakmak zorunda.
- Genç nüfusa sahip olmakla çok övünen Türkiye, artık yaşlanıyor. Sizce buna hazır mıyız?
Sağlık Bakanlığı, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı bünyesinde çalışılıyor. Bakım evleri, ev hizmetleri konusunda yol alındı. Belediyeler daha çok şey yapıyor; ev temizliği, düzenli yemek servisi, saç kesimi… Yaşlıların sabah gidip akşam evine döndüğü, uyaranların çok uygun verildiği gündüz bakım evleri artmalı. Yaşlılık konusunda daha çok sağlıkla ilgili adım atılıyor ama diğer alanlarda çok hazırlıklı değiliz.
+65’in Pandemi Günlüğü #7: Yaşlanma korkusu, yaşlılara nefret olarak dönüyor
Pandemi yaşlılara yönelik nefret söylemlerini arttırmakla kalmadı, önyargıların davranışa dökülmesine de neden oldu. Sosyolog Özgür Arun, “Yaş ayrımcılığı, yakında Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri olacak” diyor.
“Bir virüs yakaladık, diyerek başına kolonya döktüler”, “Bankta oturan yaşlılara suyla ‘tatlı-sert’ uyarı”, “Dedeleri evde tutamıyoruz”, “75 yaşındaki ninenin duvara örümcek gibi tırmanarak kısıtlamadan kaçtığı anlar”… Sosyolog Doç. Dr. Özgür Arun’a göre, Türkiye’de yaşlılar ne kadar görünür olursa, yaş ayrımcılığı da o denli artıyor. Çünkü yaş ayrımcılığını besleyenlerin başında yaşlanma korkusu geliyor. Bir de yaşlılara yönelik sürekli üretilen düşkünlük, acizlik kalıpları. Sistem de bunları arttırmak için elinden geleni yapıyor.Senex Yaşlanma Çalışmaları Derneği Başkanı, Akdeniz Üniversitesi Gerontoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Özgür Arun, sorularımızı yanıtlıyor…
- Yaşçılık, ageism dediğimizde ne anlamalıyız?
Çok sinsi bir ayrımcılık bu. Çünkü her yaşta hem aşağı hem yukarı doğru gerçekleşebiliyor, çocuğa da yaşlıya da yönelebiliyor. Kendi yaş grubuna da dönebiliyor. Yaşlanmaya ilişkin korkular, yaşlanmaktan ve yaşlı insanlardan kaçınma, dışlama, damgalama, hor görme, aşırı genelleme, küçümseme gibi boyutları içeriyor. Ekonomik açıdan büyük kayıplar yaşatan, kuşaklar arası çatışmaya yol açan, toplumsal barışı etkileyen önemli bir mesele.
-Türkiye’de yaşlılara saygı gösterilmesi övünülen konulardan biridir. Ancak pandemi gerçeğin öyle olmadığını gösterdi…
“Türkler yaşlısını sever, korur” söylemi bir şehir efsanesi. Arketiplere baktığımızda Türkiye’de yaşlılar düşkünlükleri, dökülen dişleri, bükülen belleriyle tanımlanıyor. Yaşlı imgesi yoksullar üzerinden oluşturuluyor. Bu toplumsal imajlar dışlamaya neden oluyor. Uzun süredir araştırmalarımızda hükümet ve yerel yönetimlerce sistematik yaş ayrımcılığı uygulandığını, vatandaşların bu tutumlarını tespit ediyoruz. Pandemi sadece bunu daha görünür yaptı.
Yaşlılara “virüs” muamelesi yapıldı
- Pandemide ne oldu da yaşlılar “tehlikeli” hale geldi, ayrımcılık yükseldi?
İlk bulgular yaşlıların tehlikede olduğu üzerineydi. Onları korumak için çağrılar yapıldı. Ancak daha çok hastalandıkları ve virüsü yaydıkları yorumları arttıkça “tehlike altında” olduğu düşünülenler, “tehlikeli” insanlara dönüşüverdi. Bunda hem politika uygulayıcılarının hem “uzmanların” hem de medyanın payı büyük. Yetkililerin açıklamaları, yaşlıları bir virüse dönüştürdü. Medyanın dili de, daha çok kriminalize edilmelerine neden oldu. Damgalandılar. Salgınla yaşlılara yönelik ayrımcı tutumlar, davranışa dönüştü.
- Mesela, ne gibi davranışlara?
Bir belediye, “Yaşlı İhbar Hattı” kurdu! Böylece yurttaşlara bir çağrı yapıldı. Devlet kurumlarının ve aygıtlarının ayrımcı uygulamaları ve söylemlerinden vazife çıkartan yurttaşlar, yaşlılara fiziksel şiddet de göstermeye başladı. Yolları kesildi, hırpalandılar. Trakya’da belediye başkanı, “Sokağa çıkmayın, şansınızı zorlamayın” diye tehditte bulunabildi. Beni en çok etkileyenlerden biri, Manavgat’ta yaşlı bir çiftin evlendirilmemesiydi. “Sokağa çıkmanız yasak” denilerek resmi nikahları kıyılmadı. Ne yazık ki, yasaklar ilan edildiğinde STK’lar, örgütler yaşlı kadınları, yaşlı işçileri, yaşlı yoksulları görmezden geldi.
2021’den beri “Yaşlılara Yönelik Şiddet ve İhlallerin İzlenmesi” raporu yayınlıyoruz. Her ay yarısı ölümle sonuçlanan ortalama 150 şiddet, ihmal, istismar vakasıyla karşılaşıyoruz. Mesela, Mardin’de bir kadının kimliği olmadığı 80 yaşında anlaşılıyor. Ömrünü, kimliksizliğin dezavantajıyla geçirmiş ancak çocukları yeni fark ediyor.
Ayrımcılıkta yedi yılda 3 katı artış
- Yaş ayrımcılığıyla ilgili araştırmalarda pandemi öncesi ve sonrasında nasıl bir değişim var?
Ya-Da Vakfı’nın 2019’da, pandemiden hemen önce yaptığı “Türkiye’deki Yaşlılık Tahayyülleri ve Pratikleri Araştırması”nda 65 üstüne yönelik yaş ayrımcılığı yüzde 6,5 olarak tespit edildi. Üç senede bir yaptığımız “Antalya Yaşlılık Araştırması”nın 2020 sonuçlarına göre ise, 2013’te yüzde 4 olan yaş ayrımcılığı, 2016’da 7’ye ve 2020’de ise yüzde 11’e yükseldi. Gelir ve eğitim açısından en yoksun konumdakilerde, oran yüzde 18’e çıkıyor. Yoksul yaşlılar, özellikle de engelli ve dul kadınlar bunu en yıkıcı biçimde yaşıyor. Senex olarak 2020 yılı Ocak-Haziran arasında, altı büyük gazeteyi inceleyerek, “Covid-19 Gündeminde Yaşlılara Yönelik Hak İhlalleri ve Ayrımcı Uygulamalar” araştırmasını yaptık. Bu konudaki haberlerin yüzde 85’inin yaşlılığa ve yaşlılara karşı ayrımcı söyleme sahip olduğunu gördük. Yaş ayrımcılığı, yakında Türkiye’nin en büyük sorunlarından biri olacak.
Geleceğin yaşlıları eğitimli ama yoksul olacak
- Neler besliyor bu ayrımcılığı?
Yaşçılık aslında toplumsal, ekonomik ve kültürel süreçlerle ilişkili ortaya çıkan bir ayrımcılık türü ve kapitalist modernleşmenin trajik sonuçlarından biri. Yaşlanmanın ve yaşlılığın üzerini örten her şey, yaşlıların birbirine benzediğini varsayan tüm davranış kalıpları ayrımcılık getiriyor. Akademik çalışmaların bile geneli bunu üreten bir yaklaşıma sahip.
- Sanırım bu nefreti, yaşlanma korkusu da tetikliyor.
Bu, yaş ayrımcılığının önemli bir boyutu. İnsanlar hem uzun yaşamak hem de yaşlanmamak istiyor. Ancak şimdiki makro ekonomik dengelere bakılırsa, Türkiye’nin gelecek kuşak yaşlıları ne yazık ki daha yoksul olacak. Her gün geçici işlerde, parça başına çalışan gençler eşitsiz yaşlananlar kervanına katılıyor. Anne-babalarının sosyal güvenlik haklarına, kapsayıcı bakım hizmetlerine sahip olamayacaklar. Şu an orta sınıfa dahil gençler bile bu refahı koruyamayıp yoksullaşacak. Daha yoksul ama daha eğitimli yaşlılar göreceğiz. Türkiye’nin sorunu, yaşlanmak değil, zenginleşemeden yaşlanmak. Önümüzdeki dönemde kuşaklar arası çatışma da yaş ayrımcılığı da artacak. Görünür olan yaşlılar, gençlerin yaşlanmaya yönelik daha fazla korku duymasına neden olacak.
- Yaş ayrımcılığıyla mücadele için acil yapılması gerekenler özetle nedir?
Üç yapısal adım önemli. Birincisi, yasal düzenlemeler. İkincisi, izleme ve değerlendirme. Avrupa’da, ulusal ve belli periyotlarda tekrarlanan yaşlılık araştırması olmayan tek ülkeyiz. TÜİK Resmi İstatistik Programı’na bir yaşlılık araştırması girmeli. Üçüncüsü, bunları organize edecek, özerk bir Türkiye Ulusal Yaşlanma Enstitüsü kurulmalı. Yerel yönetimlere gelince; acil eylem planlarına ihtiyaçları var. İnsanları yoksulluğa mahkûm eden ihtiyaç temelli hizmet yerine, hak temelli hizmete başlamalılar. Kadın, genç, çocuk meclisleri yanında yaşlı meclisi kurulmalı. Senex olarak belediyelere uzman ve takvimlendirilmiş program desteği sunuyoruz. Tek şartımız, Dünya Yaş Dostu Kentler Ağı’na üye olmak için belediye meclisi kararı çıkarmaları.
Anaç, yardımsever ve kibirli ayrımcılar
Özgür Arun, ayrımcılık kadar onu yapanları da konuşmak gerektiğini söylüyor. “Aksi halde” diyor, “Enflasyon canavarı gibi görünmez oluyorlar.” Peki bu insanlar kim mi? Antalya Yaşlılık Araştırması kapsamında çıkan üç tipolojiden bahsediyor:
- Anaç ayrımcılar: Anlayacak kapasitede olmadıklarını düşündüklerinden yaşlılara, bebek konuşması yapıyorlar. Biraz işlenirse yaş dostu olabilecek bir grup.
- Yardımsever ayrımcılar: Pandemide bunları sık gördük. Yaşlıların düşkün ve hasta olduğu önyargısıyla hareket ediyor, onlar istemediği halde işlerini üstleniyorlar. Statüyü yok sayan, sosyal dışlamanın ilk adımı bu. Dönüştürülebilirler.
- Kibirli ayrımcılar: En tehlikeli grup. Yaşlılarla olmaktan korkuyorlar çünkü yaşlanmaktan çok korkuyorlar. Yaşlıların davranışlarını, fikirlerini, kimliklerini ayıplıyor, dışlıyorlar. Fiziksel ve psikolojik şiddet eğilimi sergiliyorlar. Dönüştürülmeleri zor. En büyük endişe, yaşlandıklarında da bu ayrımcılığı sürdürmeleri.
+65’in Pandemi Günlüğü #8: 8 milyon görünmez: yaşlılar
Eylülde yaşlılara yönelik yarısı ölümle sonuçlanan 209 şiddet, ihmal, istismar vakası yaşandı! Senex’in her ay yayınladığı “Yaşlılara Yönelik Şiddet ve İhlallerin İzlenmesi” raporuna göre, “yaşlısına sahip çıkan, saygı gösteren” Türkiye’nin gerçeği işte bu… Pandemi ve +65 yaş üzerine yazı dizisi yapmaya karar verdiğimde, böylesi büyük bir hak ihlaliyle, ayrımcılıkla karşılacağımı ummamıştım. Bunda kendi payımın da olduğunuysa hiç düşünmemiştim. O yüzden bu bir çeşit itiraf yazısı aslında, bir nevi özür de. Nefret suçları üzerine kitap yazan biri olarak, yaşlıları nasıl da görmezden geldiğimi artık biliyorum. Ya da insanlar, “Bu yaşlılar neden bu kadar çok otobüse biniyor?” dediklerinde verilebilecek bir yanıt olduğunu da. Zira yaşlıların sosyalleşebilmek için kendilerine sunulan ücretsiz ulaşım kartından, otobüste insan yüzü görmekten daha fazla şansları yok. Pandemide bu bile ellerinden alındı.
65 yaş üstü yaklaşık 8 milyon insan bir kararla, birkaç saatlik izinler dışında 16 ay boyunca evlerine hapsedildi. Sanki kendilerini koruyacak “akılları” yoktu, sanki hayatta kalmayı bir onlar bilmiyordu… Oysa içlerinde çalışması gerekenler de vardı. O yüzden konuştuğum çoğu kişi gibi pandemide benim de zihnime kazınan; otobüsten indirilmeye çalışılırken, “Üç merdiven sildim ben. Çalışmazsam açım” diyen kadının feryadı oldu.
Hepimiz bu suçun failleriyiz
Pandemi başındaki “yaşlıları korumak” sözleri, bir anda “yaşlılar tehlikeli” algısına dönüşüverince, sokaklarda kovalandılar, hakarete uğradılar, hırpalandılar… Ama yaşlılar konuştukça anladık ki, bu nefret hep vardı, pandemi onu sadece ayyuka çıkardı. Konuştuklarımın, bunca hakarete, nefrete rağmen en azından görünür olduk demesi bundan. Çünkü yaşlılık da, onlara yönelik nefret de tüm toplumun mutabık olduğu bir suskunluğa mahkum ediliyor.
Peki, bu nefretin sebebi mi? Hız ve tüketim üzerine kurulu bu sistemde, yavaşlamak yok sayılmayı getiriyor. Bu yetmezmiş gibi, yaşlılar bir de yeterince tüketmiyor. Üstelik kapitalizm; gençlik kremleri, sağlıklı yaşam trendleriyle hepimize yaşlanmamanın yollarını sunarken, onlar utanmadan yaşlanıveriyor! Bu da haliyle korkuları arttırıyor. Anlayacağınız, yaşlılığa yönelik ayrımcılık hepimizin faili olduğu bir suç. Ancak bunun insanın bindiği dalı kesmesinden farkı da yok. Çünkü diğer ayrımcılıkların aksine, önünde sonunda hepimiz ayrımcılık yaptığımız bu gruba dahil olacağız. Tabii bu ülkede, yaşlanmayı başaracak kadar şanslıysak…
Genç nüfusa sahip olmakla övünen Türkiye’nin nüfusu yaşlanıyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2020 istatistiklerine göre,65 yaş üstü grubun nüfusa oranı son beş yılda yüzde 22,5 arttı. 2015'te 6 milyon 495 bin 239 olan sayı, 2020'de 7 milyon 953 bin 555'e çıktı. Bu sırada size kötü bir haberim var, araştırmalar gösteriyor ki, Türkiye nüfusu yaşlanmakla kalmıyor, yoksullaşıyor da. Yani biz, yaşlılığımızı anne-babamızdan çok daha olumsuz şartlarda yaşayacağız. O yüzden ya şimdiden ses çıkarmaya başlayın ya da daha sert nefret söylemleriyle karşılaşacağınız bir yaşlılığa kendinizi hazırlayın. Seçim sizin!
Yaşlıları unutmayanlar da var
Yaşlıların pandemi sürecinde çektiklerini artık biliyorsunuz. Ancak onlar için hiçbir şey yapılmadı da sanmayın, bazı kurumlar, kişiler +65’i bu süreçte yalnız bırakmadı. İşte size iki örnek:
Her yaşta, dans daima
Dans Daima’nın kurucularından Filiz Sızanlı’nın, Eskişehir Büyükşehir Belediyesi desteğiyle verdiği Aktif Yaşlanma Hareket Atölyesi, +65’e pandemide nefes aldıran çalışmalardan biri. Bu, fizik tedavi hareketlerinin yapıldığı bir etkinlik değil, yaşama katılımı sorgulatan, bedensel farkındalıkları arttırmayı amaçlayan çok daha derin bir çalışma. Bu süreçte en çok harekete ihtiyaç duyan kesimin +65 olduğunu biliyor Sızanlı: “Yasaklar, bedenlerinin bu kadar baskılanması yaşlanmaları çok daha hızlandırdı. Yaşama umutlarını azalttı. Bu yüzden yaşlılara yönelik çalışma yapabilmek bizim için önemliydi.”
Açık alanda 20 kişiyle başlayan atölye zamanla eş, komşu derken kalabalıklaşıyor. Peki kimler var grupta? “Mimarlar, emekliler, ev kadınları… Çocuklar sokakta oynarken nasıl eşitlenirse, buradaki ekip de öyle. Ne yaptıkları, nereden geldikleri değil, o yaştan sonra hayatla kurdukları ilişki üzerinden buluştukları alanda eşitleniyorlar. Atölye yıllardır inşa ettikleri bedene bir bakış sağlıyor. Aslında yabancı oldukları bir konu. İnsanları yere yatırabilmek, yalın ayak durdurmak, birbirlerinin bedenlerine temas ettirmek zor. Ancak heyecanları, istekleri hâlâ sürüyor. Katılanlar, kendi bedenleriyle yeni bir yolculuğa çıktıklarını, ağrı duydukları hareketlere tekrar baktıklarını söylüyor.”
Sızanlı’ya göre bu çalışmalar yaygınlaştırılmalı. Ancak Türkiye’de çocuklar için atölyeler olsa da, yaşlıların hep itilmiş, sona bırakılmış olduğunu görüyor: “Toplumsal olarak yaşlılar, bir şey yapamaz denilerek dışarı atılıyor, dışlanıyor. Oysa hayal güçleri, yaratıcılıkları inanılmaz. Bunu kültür politikaları içine nasıl dahil edebiliriz diye düşünmeliyiz. Yaşlıları duyulur, görünür yapmak benim için çok değerli.”
65+ dijital kapsayılıcık eğitimi
65+ Yaşlı Hakları Derneği, 2014’ten beri yaşlı hakları üzerine çalışıyor. O zamanlar logolarındaki 65+’nın anlamını bilmeyen çok olsa da pandemi bu kavramı hayatlarımızın bir parçası haline getirdi. Dernek başkanı Rümeyza Kazancıoğlu, Türkiye’de yaşlı algısı kırılganlıkla, hüzünle bağdaştırılsa da gerçeğin öyle olmadığını biliyor. “Son derece aktif, hayatın içinde, bizden daha çok enerjisi olan yaşlılar var” diyor, “Yaşlanmak bizim gerçeğimiz, bunu kabullenerek herkesin eşit olduğu, sağlıklı ve değer gören yaşlılık hakkı istiyoruz.”
Dijital okuryazarlık da bu haklardan biri. O nedenle daha pandemi olmadan, AB desteğiyle “65+ için Dijital Kapsayıcılık Projesi” başlatma kararı alıyorlar: “Dünya hızla ilerlerken belli yaş grubunu teknolojinin dışında bırakmak mümkün değildi. Bu nedenle dijital okuryazarlık projesi başlatmak istedik. Pandemide daha iyi anladık ki, hepimiz bu alanda düşündüğümüzden daha eksiğiz. Dolayısıyla proje daha da önem kazandı. Hedefimiz yüz yüze yapmaktı ama pandemi nedeniyle eğitimleri de teknolojiden yararlanarak gerçekleştireceğiz. Eğitimleri gençler verecek. Böylece kuşaklar arası birliktelik; birbirinin dilinden anlamaları, birbirlerine dokunmaları sağlanacak. Finansal okuryazarlık için de eğitimler veriyoruz.”
Pandemide yaşlıların eve hapsedilmesinin yanlış olduğunu düşünüyor Kazancıoğlu. Dışarı çıkma izni verilen belli saatlerde de şunun unutulduğunu söylüyor: “Yaşlıların bir hızları var ve bu süreye yetişmekte zorlandılar. Üstelik evde oturmaktan kaynaklı daha da yavaşlamışlardı.”
Ancak ne yazık ki yaşlıların sorunları pek konuşulmuyor. “Mesela” diyor, “çocuk istismarı var da, yaşlı istismarı yok mu? Bakımevleri ayrı bir konu, bakıcılar ayrı. Çok konu var. Çocuk geleceğimiz diye, onun için bunları dilendiriyoruz. Yaşlılardan bir gelecek beklemiyoruz, ne olursa olsun mu deniyor.”